Her milli bayramda görürüm görmesine de, bu 29 Ekim’de gördüğüm ayrışmayı ve buna bağlı her iki cenahtan da son derece rahatsız edici hakaret vari hareketleri uzun zamandır görmemiştim. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu türlü türlü olumsuzluklara istinaden hem insanlardaki gerilimin hem de bunu kullanmak isteyen odakların mahareti neticesi herhalde!
Kimi milli duygulara hakaret edip, tam her şey bitti derken küllerden tekrar uyanışa lanet ediyor, kimi maneviyata iftira edip, ecdada küfrediyor!
Çünkü hem Padişahçı hem Atatürkçü geçinen her iki kesimin de bilinçaltına, insanımızı yine bir şekilde ayrıştırmak için kasti olarak yavaş yavaş işlenmiş bazı şeyler! Ve zamanla nasır tutmuş yalan yanlış öğretiler, öyle yer etmiş ki dimağlara silinmiyor-silinemiyor.
Muhafazakar kesimde yerleşmiş şöyle bir düşünce hakim; bir tarafta, yine gücünün zirvesinde koskoca Osmanlı İmparatorluğu varmış, her şey güllük gülistanlıkken, hiç bir sorun yokken, seferden sefere koşulup, kıtadan kıtaya at sürülürken sarı saçlı, mavi gözlü, orta boylu Adabazar ağzıyla Selanik muhaciri bir kardeş çıkagelmiş, önce tüm dünyayla savaş çıkartmış, dünyayı yenmiş, sonra hızını alamamış, hazır başlamışken dur şu imparatorluğu da devireyim demiş, yıkmış 600 yıllık saltanatı, daha sonra “Beyler yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz..” demiş, etmiş, yeni bir devlet kurmuş, onu da kendi keyfine göre tekrardan dizayn etmiş, daha sonra vurmuş, kırmış, asmış, kesmiş!!!
Yok öyle bir şey kardeşim..
O gün son 300 senesinde ince ince dibi eşilip, içeriden ve dışarıdan çepeçevre kuşatılıp son nefesi alınmaya çalışılan bir imparatorluk ve parçalana parçalana bir lokmada yutulacak kıvama gelmiş koca devletin içerisinden gerek sahada gerek masada doğru ve stratejik hamlelerle bir devlet çıkartmaya çalışan namuslu insanlar vardı ve dar günü kurtarmak gayesiyle bugün de benzerlerine çokça rastladığımız gibi yer yer ufak tefek tavizlerle bir şekilde zaman kazanılırken arka planda tekrardan diriliş için çetin mücadeleler verildi ve her zaman diyorum, tekrar edeyim; bugün her mahallende Camin, her semtinde imamhatibin varsa önce Allah’ın sonra o günlere şekil veren, büyük yıkımdan sonra senin, benim istikbalimiz için tekrardan Devlet türeten Devlet adamlarının, Devlet aklının, serdengeçtilerin sayesindedir.
Tabii kimi Atatürkçü geçinenler gibi o günlere dair başarı hikayesi yazarken tüm mahareti de rahmetliye addedemeyiz. Görevini layıkıyla yapmıştır, Allah ondan razı olsun ama az buçuk biliriz arka plandaki teşkilatlanma kabiliyetini.
O günleri bir bütün olarak ele alırsak, şunu görürüz; Abdülhamit Han’da ortak bir Devlet aklıyla hareket ediyordu, Sultan Vahdettin’de, Mustafa Kemal’de, Enver Paşa’da ve daha niceleri de. Kimi iyi anıldı, kimi kötü ama şu bir gerçek; herkes üzerine düşeni yaptı ve eğer bir başarı elde edildiyse bu elbirliği ile sağlandı.
Şimdi gelelim yalan yazılmış tarihe ayar vermeye..
Atatürk ne yapmış!
Hilafeti kaldırmış!
Az ince düşün bakalım, çözecekmisin denklemi! Bütün dünya senin bu vazgeçilmez saydığın değerlerine karşı birleşmiş, haçlı ordusu kurulmuş ve her ne kadar hedef saptırılmaya çalışılsa da ana hedef sensin.. senin saltanatın, senin hilafetin, senin devletin vesaire.. Almanla ittifak yaptın, kendi çarpıştığın çoğu cephede üstün çıktın ama Alman savaştan mağlup çıkınca ortaklık hususuna binaen sen de mağlup olmuş oldun. Netice itibariyle koca imparatorluk parçalanmış, Anadolu coğrafyasına sıkışmışsın, onun da dörtte üçü işgal altında, İngiliz, Fransız, italyan tutmuşlar birer köşeyi, Sevr haritasına kilitlemişler seni, yorgun, harap ve bitapsın. Ne cephanen kalmış, ne erzağın, ne askere verecek azığın, savaşacak erkek nüfusunun çoğu cephelerde kırılmış, ülke olarak 13 milyon kadın ve yaşlıdan ibaretsin ve bu şartlarda “heeyyytt ulan yıkılın bre gafiller, ben Osmanlıyım, şapka da giymeyeceğuk, vergi de vermeyeceğuk, Halifemizden de vazgeçmeyeceğuk…..!!!!!”
Allah Allah! E bayağı erkeksin sen o zaman. Senden beş on tane daha bulabilirsek tekrardan dünyayı fethederiz ha.. Aferin sana.
Öbür ağıza bakarsak, Sultan Vahdettin ne yapmış!
Vahdettin hainmiş.. kaçmış.. madem hain değilmiş, kaçmasaymış, mücadeleye destek verseymiş!
Kaçmadı kardeşim.. Dedik ya, ekip işi bu iş.. kendine verilen görevi namusuyla ifa etti, mücadeleye vermesi gereken desteği el altından el üstünden azami şekilde verdi, vatanına yapması gereken hizmetini yaptı ve son bir hizmet olarak düşmana tefrika malzemesi vermemek adına, içini parçalaya parçalaya yine namusuyla Türk Devletinin bekası adına ülkesini terk etti.
Düşünsene bugün bile algıyla neler yapılabiliyorken, ne karışıklıklara, ne kavgalara, ne savaşlara bahaneler oluşturulabiliyorken; bir tarafta İngiliz himayesinde Padişah oturuyor, diğer tarafta yeni hükümet.. Anadolu’yu ne hale sokarlardı sence! Biri gelecek “padişah fermanı..” diyecek, diğeri “Ankara hükümetinin emri..” ve doğruyu yanlışı o günkü teknolojiyle kim teyit edecek, bahanesiyle ne kargaşalar çıkacak, ne canlara kıyılacak, ne kardeş kanı dökülecek!
Musul, Kerkük nasıl alındı elimizden! O namuslu padişah Sultan Vahdettin, ülkeyi terketmeseydi, gevur bunu çok verimli kullanıp her köyden bir şeyh said çıkarabilir miydi, çıkaramaz mıydı, onu söyle! ve dolayısıyla azıcık kalan insanımızı da birbirine kırdır mıydı, kırdıramaz mıydı, onu söyle!
Kimse bedava konuşmasın “yok olmazdı..” diye, 100 sene geçmiş aradan ve halâ bu tefrikalarla uğraşıyorsak bir de o günün şartlarını düşün!
Ara not olarak gireyim; Sultan Vahdettin’e ülkeyi terk ettikten sonra İngilizler diyorlar “sen halâ İslam aleminin Halifesisin.. sana burada PENSİLVANYA VÂRİ bir karargah kuralım, yine kaldığın yerden devam et, İslam alemine hükmet..” diye..
O koltuk ve saltanat meraklısı olmayan, hatta padişahlık koltuğuna oturduğu zaman yakınlarına “sanki ateşten bir kora oturdum..” diyen namuslu insan İngilizlere; “o iş bitti, devir değişti, kalan orada kaldı..” diyor, tuzağa düşmüyor, kendinin ve ailesinin ikbalini düşünüp Devletini, milletini ve İslam alemini ateşe atmıyor, 600 yıllık saltanattan kendine düşen miras olarak sürgünlerde sefaletle can veriyor. Büyük bir imtihandır.. Her nefis kaldıramaz. Ağır asalet gerektirir.
Hain he!!! Eğer aptal değilsen sensin o.
Dönelim tekrar Mustafa Kemal’e.. Sonra ne yapmış Atatürk!
Harfi değiştirmiş, halkı bir gecede cahil etmiş!
Yukarıda dedik ya; imkansızlıklar karşısında ana hatta zarar vermeyecek bazı ufak tefek tavizler zaruri olarak verildi, aradan 100 sene geçmesine rağmen halen daha dünya dengeleri gereği yer yer verilmekte diye, gerçi o zaman verilen tavizlere alfabe örnek sayılmaz çünkü o mesele evveliyatı olan milli bir sorunumuzdu zaten.
Şöyle; Arap alfabesi Türkçe ses uyumuna uygun değildir ve bu milli mücadele öncesinde de çokça tartışılmış, çokça dile getirilmiştir. Özellikle harp dönemlerinde ve telgraf yazışmalarında bu uyumsuzluk mana değişikliklerine dolayısıyla ciddi aksaklıklara neden olmakta idi. Yazışmaların önem kazandığı 1850 lerden itibaren Osmanlı devlet erkanı ve aydınları bu sorunu yüksek sesle dile getirmeye başlamış hatta Enver paşa 1914 yılında Arap alfabesine ilave harfler ve bağlaçlar ekleyerek Enveriye alfabesi veya Ordu elifbası diye adlandırılan yeni bir harf sistemi geliştirmiş, bir süre resmi yazışmalarda bu alfabe kullanılmış, fakat yine de istenilen netice alınamamış, iletişim problemleri ortadan kalkmamıştır. Kaldıki o günün şartlarında okur yazarlık oranının azami yüzde beşler seviyesinde olduğunu göz önünde bulundurursak, Türkçe ses uyumuna uygun olmayışı hasebiyle değiştirilen alfabenin fazladan cehalete sebep olmadığı, şu an ki yüzde doksan beş okur yazarlık seviyesinde dahi bu hususların tartışılır olmasından bu cehalet durumunun yer yer kalıtsal olduğu apaçık anlaşılmaktadır.
Şimdi geçelim yaptıklarından dediklerine..
Ne demiş Karabekir’e!
“Kazım, Kuranı neden Türkçeye çevirtiyorum biliyormusun! İnsanımız okusun da (haşa) Arap oğlunun yavelerini görsün”!!!
Kazım Karabekir, Atatürk “Ya istiklal ya ölüm..” derken Amerikan mandası olalım diyenlerdendir ve Atatürk’e karşı düzenlenen 1926 İzmir suikastinin azmetdiricilerinden olmasa da tertibi bilip saklamasına istinaden 1927 senesinde Atatürk tarafından siyasetten uzaklaştırılan ve Atatürk’ün vefatından sonra tekrar ortaya çıkan bir şahsiyet olarak Atatürk hakkında ne kadar doğru ve sağlıklı bilgi aktarabilir, onu sen değerlendir!
Kaldı ki; Mustafa Kemal bir Osmanlı subayıdır ve Arapçaya Osmanlıcaya son derece hakimdir.. İlk meal Mehmet Akif’e yazdırılıyor, eksik bulunuyor, sonra Elmalılı Hamdi’ye yazdırılıyor ve o meali günümüzde dahi hangi otorite eksik bulabiliyor, neresinde bir hata veya çarpıtma yakalayabiliyor!
Yok dimi.
Şöyle düşün; rahmetli diktatördü ya.. aynı zamanda din düşmanıydı.. (haşa) Arap oğlunun yavelerini halka gösterecekti, halkı dinden diyanetten, hakikatten soğutacaktı! Neden hatasızını aradı o zaman! Arapçayı Osmanlıcayı iyi bilirdi dedik; alırdı eline kağıdı kalemi, ekleye tekleye, uydura kaydıra kafasına göre çevirirdi, kim karşı çıkacaktı ona! Asıllarını toplatırdı, alın bundan sonra bunu okuyacaksınız der otururdu aşağa sonra sonsuz ataşa. Ama o hatasızını, eksiksizini istedi değil mi. Neden acaba!
Bu da enteresan!
Sonra bir de “dogma” meselesi var dillere pelesenk olan.. Dogmanın sözlük anlamı denenmeden, sınanmadan, tartışılmadan doğru kabul edilen değiştirilemez hüküm demek..
Atatürk ne demiş meclis konuşmasında!
“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.”
Bu anlatımı sadece düz yazı gibi okumayıp, anlamaya çalışıp, uzun paragrafı sadeleştirirsek, gündelik konuşmalarda yer yer hepimizin kullandığını farkedeceğiz. Böyle süslendiği taktirde de mana değişmez.
Ne diyoruz bir şeyin değişebileceğini anlatmaya çalışırken; “Ayet değil ya.” Başkanlık referandumundan önce halktaki endişeye istinaden Devlet bey ne dedi “Ayet değil ya, beğenmezsek değiştiririz.” Devlet bey orada Atatürk gibi anlatımı az uzatıp “Bu oylayacağımız yeni sistemi gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmayın.
Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya dünyadaki diğer uygulamalarını da inceleyerek kendi kültürümüze uygun bir şekilde Türk tipi başkanlık sistemi olarak direkt yaşamdan aldık. Netice itibariyle işleyişe uymazsa (AYET DEĞİL YA!) değiştiririz..” deseydi ne değişecekti!
Atatürk’te burada farklı bir şey söylememiş. Cumhuriyet Halk Partisi, parti programını konjonktürel olarak güncel gereksinimlerden ve dünya gidişatından almıştır (Bağımsızlık, milli egemenlik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, inkılapçılık, barışçılık ve akılcılık) ama bunlar değiştirilemez hüküm(dogma), Ayet değildir, yüz sene sonra dünya gerçeklerine veya gelişimine uymuyorsa değiştirin, geliştirin demiş. Adam yarınlara göre meselenin önünü açmış aslında.. ben yaptım oldu bitti, bundan sonra böyle dememiş. Sen çalış, güçlen, tekrardan dünya dengelerine etki edecek, İslam alemine hükmedecek güce eriş ve Hz. Ömer şiarında yönetici de bulabilirsen eğer hilafeti de getir, Allah’ın kanunlarına göre hakimiyeti de kur, kendini de kurtar bizi de.
İnkılaplara gelince Şapka inkılabı var, uğrunda milyonlar asılmış ama bana bugüne kadar o denli ve çeşitli arkadaş çevreme rağmen bir tane dedesi veya aile büyüğü şapka giymemiş diye asılan bir zat denk gelmedi, o başka!
Şapka inkılabı esas olarak o kargaşada bir şeyleri oturtmaya çalışırken yeni sisteme karşı halkı kışkırtan misyonerleri tespit etmek maksadıyla çıkarılmıştır. Aynısını Osmanlı’da yapardı. Kargaşanın kol gezdiği dönemlerde Rumlar mavi başlık takacak, Yahudiler sarı kuşak saracak, Ermeniler kırmızı zıbınlık giyecek vesaire ki halk sarığına, sakalına aldanıp oyuna gelmeyecek!
Şapka, devlet erkanına ve memurlara zorunlu tutuldu. Bakıyorsun memur şapka takmamakta ısrar ediyor.. Gel bakalım buraya muallim Nejdet, neden şapka takmıyorsun, nedir gerekçen! “Kem küm.. Ya bizim mahallede Şeyh seyit hans bin Abdulcambaz efendi var, çok mübarek bir zat kendisi, sakın ha takma, gevur icadıdır, zinhar dinden çıkarsın, saçının teli kadar da cehennemde yanarsın dedi..” Getirin Abdulcambaz efendiyi; sakal göbek deliğinde sünnetsiz bir misyoner! Kesmeyince herkesin sakalı uzuyor ha! Velev ki keçide de var!
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi var yine aykırı ve bitmek bilmeyen gündemde.. 1923 ten 1936 Montrö sözleşmesine kadar Çanakkale ve İstanbul boğazlarının kontrolü milletler cemiyetinin himayesindeydi. Ayasofya hamlesi, bizim söz hakkımız olmayan boğazlarımızın kontrolünü kendimize geçirmek yönünde ortodoks Sovyetlerin desteğini almak mahiyetindeydi.
Rus’lar Montrö’de bizi desteklemek karşılığında Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesini istediler, rahmetli; boğazların kontrolü bizde değilken sizin de güvenliğiniz tehlikede, kilise olmaz, tamam Camide olmasın ama müzeden ötesi kurtarmaz, madem öyle ne sana, ne bana dedi, öyle çözdü meseleyi.
Şimdi şekilciliği ve bağnazlığı bir tarafa bırak ve mâkul düşünmeye çalış; İstanbul’da bir Caminin eksik olmasını mı istersin, yoksa Çanakkale ve İstanbul boğazılarının yani bir nevi şah damarının İngiliz, İtalyan, Fransız ve Japon devletlerinin kontrolünde olmasını mı! Cevabın B şıkkıysa zaten sana söyleyecek bir sözüm yok.
Sonuç olarak meseleleri ele alırken günün şartlarına göre değerlendirmek gerek ve şunu iyi idrak etmek gerek; Atatürk’te bizimdir, Abdülhamit Han’da, Sultan Vahdettin’de bizimdir, Enver Paşa’da, Topal Osman’da bizimdir, İpsiz Recep’te, Çerkez Ethem’de, Sütçü İmam’da..
O günün isimli isimsiz kahramanlarının her biri görevini layıkıyla ifa etti ve hepsinin ortak derdi Ayyıldızın istikbali idi.. Ama böyledir bu işler; halbuki istikamet aynıdır ama kimi hain anılır, kimi kahraman.. Diyor ya; “toprağın altı ne kahraman bilinen hainlerle ve ne hain bilinen kahramanlarla doludur..” diye. Bu bağlamda senin benim bildiğimizin veya bilmek istediğimizin, ölçü kaçmadığı sürece çok da önemi yok aslında.. birileri hedef Turan, rehber Kuran, ille de Vatan için çalıştığı sürece.
Peki Atatürk dinli miydi, dinsiz miydi acaba!
Herkesin inancı Allah’la kendi arasında ama benim kanaatim en az bizler kadar inançlı, müslüman bir kişiydi ama o zamanda hatta bugünlerde dahi insanlar dinle, diyanetle çok kandırıldığı için inancını açıkça sergilemekten imtina etti, belki de o günün şartlarında başka sebeplerden dolayı öyle icap etti.
İnönü ve o gün bugün bozulmadan gelen cehape zihniyetini Atatürk’ten ayırmak lazım ama.. O akıl fırsat bulduğu her dönemde halkı kışkırtmanın her yolunu denemiştir ve halâ da vazgeçmiş değildir. Atatürk kendi döneminde bunların üzerinde etkili olamamış mı!
Bir dünya anlattık da yukarıda; onca mücadeleden sonra sıfırdan devlet kurmaya çalışıyorsun, hangi biriyle mücadele etsin adam! Dostla mı düşmanla mı! Hepsi girmiş iç içe..
Atatürk’ün öyle akıllarda tezahür ettiği gibi dediği dedik, astığı astık, kestiği kestik bir durumu yok. Şu an ki Cumhurbaşkanının yetkileri emin ol Atatürk’ten çok daha fazla. Atatürk Chp yi kuruyor ama kontrol altında tutamıyor. Sonra değişik şekillerde bunların kontrol edemediği gücünü kırmaya çalışıyor, 1930 da Fethi Okyar’a el altından parti kurduruyor, ama İnönü’nün ve cehape içerisindeki sırtını dışa yaslamış mandacı yapının etkinliğini bitiremiyor bir türlü, tabii zamanla onlar adamı bitiriyor.
Cenab-ı Hak bayrağın istikbali uğruna çivi çakandan razı olsun inşAllah.